2006 yılında yayınlanan ve Nisan ayı içinde raporun bir bölümünün daha yayınlanacağı BM iklim Raporu önlem alınmazsa gezegeni bekleyen iklim krizine dikkat çekmektedir. Raporun “Küresel İnsani Gelişme”ye ayrılan bölümü gezegenin iklim krizi ile birlikte yıllardır nüfus artışına paralel artan su talebinin yaratabileceği yönündeki uyarılarına bir de iklim krizinden kaynaklanan “su stresini” eklemektedir. Çok kısaca BM bizleri çok da uzak olmayan bir dönemde ciddi bir su krizinin beklediğini ve özellikle hem ekonomik olarak az gelişmiş, ya da gelişmekte olan ülkelerin su yoksulu da olduğunu belirtmektedir. Rapora göre 2025 yılına kadar 3 milyardan fazla insan su sıkıntısı çeken ülkelerde yaşıyor olacak. Küresel ısınma yağış sıklığının değişimine de olumsuz etkide bulunacağı için sonuç tam bir felaket olacak. Küresel iklim değişimi ve bunun kuraklığa etkisini ilerleyen bölümlerde ele alacağımızdan doğrudan küresel ısınma olgusuna ve bu olgu ile yakından bağlantılı olan noktalara değinmek iyi olacaktır.
Küresel ısınma olarak adlandırılan olgu aslında sera etkisi dediğimiz olaydır. Gezegenimizin iklim şartlarındaki dinamizmine karşın son buzul çağından bu yana gezegenin ortalama yüzey ısısı değişmemiş ve 15 santigrad derecede kalmıştır. “Dönüm noktası”, “yaşamın örgüsü” gibi kitaplarıyla tanınan teorik fizikçi ve ekolojist Fritfjof Capra, Leyn Margulis ve James Lavelock tarafından ortaya atılan ve ekoloji hareketinde çok önemli bir fikir olarak kullanılan Gaia hipotezinden faydalanarak gezegenin olumsuz dış şartlara rağmen yüzey ısısı bakımından belli bir sabitliği koruyabildiğini savunmaktadır.(*)
“Söz gelimi yeryüzü iklimi, yaklaşık dört milyar yıl önce canlı türleri ilk ortaya çıktığından bu yana hayat için tamamen elverişliliğini yitirmemiştir. Bu uzun çağlar boyunca güneşten gelen radyasyon yüzde 30 oranında artmıştır. Eğer dünya yalnızca katı bir cansız nesneden ibaret olsaydı yüzey ısısı güneşin enerji çıktısına bağlı olacaktı ki bu bütün yeryüzünün bir milyar yıldan biraz daha fazla süre içinde bir buz küresi halini alacağı anlamına gelir. Jeolojik kayıtlardan öğreniyoruz ki böylesi olumsuz şartlar kesinlikle varolmamıştır. Nasıl bir insan organizması değişen çevresel şartlara rağmen sabit bir beden ısısını korumaktaysa, yeryüzü de hayatın evrimi süresince yüzey ısısını oldukça sabit tutmayı başarmıştır” (*)
Gerçekten de iklim koşulları bakımından güneş sisteminde ve şu ana kadar yapılan araştırmaların neticesine göre canlı hayatın yaşamasına en elverişli gezegen Dünyadır. Bunu sağlayan dünyanın güneşe olan ideal uzaklığı olduğu kadar, esas olarak atmosferdir. Diğer gezegenler ya güneşe daha yakın ve bundan dolayı kavrulmaktalar, yahut tam tersi güneşten uzak olduğu için tam bir buzküreler. Bu durum atmosferin tutulmasını da mümkün kılmamakta ve sonuçta gezegen yüzeyi ya aşırı kavrulmakta, ya da uç derecelerde soğumaktadır. Atmosferin hem zararlı ışınları tutma hem de bir ısı ayarlayıcı termostat gibi yüzey ısısını belli bir oranda tutma özelliği nedeniyle yeryüzündeki hayat süregelmektedir. Ancak buna öyleydi diye biliriz. Çünkü en son BM İklim Değişimi Paneli (İPCC) tarafından
(*) Gaia Hipotezi temel olarak gezegenin bir süper canlı, üst canlı sitem olduğunu hatta davranışlarında bir tür özbilinç taşıdığı gibi tezleri de içermektedir. Derin Ekoloji hareketi bu konuda Gaia’ya olarak gezegeni bilinçli iradi kararlar veren bir varlı olarak tasavvur eder. Küresel Isınmada bu anlamda gezegen üzerinde asalakça bir yaşam süren insanı sistemden dışlamak için Gaia’nın başvurduğu bir cezalandırma yöntemidir. Hiç şüphesiz Lavelock ve Margulis bu tür neo-pagan tasavvurlara yer vermiyorlar.Onlar Kaos bilimci İlya Prigoginin kendi kendini düzenleme olgusundan hareketle gezegenin biyosfer olarak kendini düzenleyici davranışlar gösterdiğini kanıtlama çabasındalar. Bu konu ile ilgili derli toplu bir özet için Pan Dergisinin sitesinde yer alan..... yazısına bakılabilir, ayrıca Fritjof Capra’nın Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası ve Yaşamın Örgüsü kitaplarında da bu konuda genişçe bilgi verilmektedir.
Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, S.325-26
yayınlanan raporlar iklimin değişim geçirmeye başladığını yeryüzü ısısının giderek pek çok canlı türü için hayli elverişsiz koşullara yol açacağını ortaya koymuştur.
Sera etkisi dediğimiz olguyu anlamak bakımından biraz Dünyaya gelen güneş enerjisi ozon tabakasının fonksiyonu gibi olgulardan bahsedelim.
Biyosfer dediğimiz canlı kürenin yaşayan canlı sistemler olarak varlıklarını sürdürebilmeleri güneşten aldıkları enerjiye bağlıdır. Ancak bu enerjinin tümü gezegenimize gelseydi dünya bir ateş küreye dönerdi. Oysa ki güneşten gelen elektro manyetik dalgaların sadece elli milyonda biri güneş sisteminin tek canlı küresi olan dünyaya ulaşır. Lakin bu miktarın da tümü doğrudan yeryüzüne gelmez. Bunun nedeni yine canlı hayat için son derece elverişli olan gaz karışımına sahip bir atmosfer ile çevrili olmamızdır. Güneşten gelen radyasyonu yakut elektro manyetik dalgaları bir kurşun gibi düşünürsek atmosfer burada çelik yelek fonksiyonu görür. Yeryüzüne ulaşan zararlı ışınların yaklaşık yarısı atmosferde bulunan gazlar tarafından tutulur. Bunun sonucunda güneşten gelen ışınların yaklaşık yarısı atmosfere ulaşır. Bunlar da bitkilerin fotosentez yapmakta kullandığı –ki yine Gaia hipotezinin dayanaklarından olan atmosferdeki oksijen karbon dengesinin varlığını bu fotosenteze borçluyuzdur- bir vakaysa da yine bu ışınların da hepsi yeryüzüne ulaşmaz. Bu kısa dalga boyundaki ultra viyole ya da mor ötesi ışınımlar çok yüksek enerjiye sahip dalgalardır. Bu ışınlardaki mevcut enerji yükü canlıları oluşturan büyük
Canlılık için ölümcül olan bu ışınımın 0.3 mikrondan kısa dalga boyuna sahip bu mor ötesi ışınımlar dış atmosferde yüzeyde yaklaşık 20-50 kilometre ötede bulunan ozon tabakası tarafından emilir. Ozon tabakası bir yandan görünebilir bölgedeki kısa dalga boyundaki ışınımları, geçirirken, diğer yandan da canlılığı yok edebilecek güçteki çok kısa dalga boyuna sahip mor ötesi ışınlarının yüzde 99’unu tutar. (Yeri gelmişken kaydedelim ozon tabakasında oluşan yırtık, CFC yani Cloroflorakarbon gazlarının üretiminin büyük ölçüde kısıtlanması ile şimdilik azalmış bir halde. Ancak bu gazların üretimi az da olsa hâlâ sürmekte ve atmosfere salınmakta. Bu durumda da CFC’ler yeryüzü iklimindeki insan kaynaklı değişimde karbon, azotoksit, nitrojen ve metan gazı kadar etkili olabilmektedir.) Atmosferi geçen ve yüzeye erişen güneş ışınları da dünyada çeşitli etkiler için kullanılırlar. Görünür bölge kaynaklı ışınların bir bölümü fotosentez için kullanılır. Yüzeye erişen ışınlar aynı zamanda hava akımları, rüzgarların buzların erimesi gibi atmosferik olaylara yol açar. Dünyanın küre biçimi ile atmosferdeki gaz karışımı nedeniyle dünya yüzeyi eşit olmayan biçimde ısınır. Bu farklı yüzey ısıları hava akımlarının yani rüzgarların doğmasına yol açar. Sıcak hava ekvatordan kutuplara doğru akar, bu esnada soğuk hava da ekvatora doğru hareket eder. Bu hava akımları nedeniyle de atmosfer aşağı yukarı aynı ısıda kalır, rüzgarlar böylece dünya yüzeyine ısının nispeten daha dengeli biçimde dağılarak, bu ısının yer yüzeyinde belli bir derecede kalmasını mümkün kılar. Diğer yandan yeryüzüne gelen ışınların büyük bir bölümü yüzeyden tekrar atmosfere döner. Bu da ısının göreli olarak sabit kalmasını sağlar. Kısa dalga güneş enerjisi yani ışık yeryüzüne çarpınca dönüşüme uğrar ve uzun dalga ısı enerjisi haline gelir. Bu ısı enerjisinin bir bölümü karbondioksit tarafından geri emilir ve emildikten sonra da geri yansır. Bu olaya sebze ya da çiçek seralarında olduğu gibi camlarla kaplanıp güneş ışınlarıyla ısınmasına benzer işte bu benzerlikten dolayı karbona dayalı ısı alışverişine ya da karşılıklı yansıma olayına Atmosferik Sera Etkisi denir. İşte küresel ısınma dediğimiz olgunun da asıl nedeni bu sera etkisidir.
(*) Fikret Berkes, Kışlalıoğlu, Ekoloji ve Çevre bilimleri, S.62-63
İnsanlık özellikle tarımın icadıyla birlikte sanayi çağına dek arazi açmak için ormanları yok ederken diğer yandan da odun enerjisi ile ısınıyordu. Ancak bu noktada belli bir sınıra dayanıldığından ve o süreçte kömürün keşfedilmesi ile birlikte karbon çağı olarak da adlandıracağımız kömüre ve diğer fosil yakıtlara (petrol ve doğalgaz) dayanan enerji kullanımı nedeniyle atmosfere salınan karbon miktarında olağanüstü bir artış gerçekleşti. Yapılan hesaplara göre kömürün yoğun bir biçimde kullanılmaya başlandığı 1850 yılından 1984 yılına kadar geçen sürede atmosfere salınan gaz miktarı yüzde 23 artmıştır. Sera etkisine yol açan tez gaz elbette karbon değildir. Azot oksitler ve metandır.
Azot oksitlerin iki büyük kaynağı bulunuyor, doğalgaz ve otomobiller. 1930 yılında ABD çevre koruma ajansı EPA’nın verilerine göre havaya salınan atmosferik kirleticilerin yüzde 37’si otomobillerden kaynaklanmaktadır. Otomobillerden atmosfere salınan karbon miktarı da hayli fazladır. Yapılan araştırmalar insan kaynaklı karbon salınımının %40’ından otomobillerin sorumlu olduğun ortaya koymaktadır.
Bir süreden beri sera etkisinin iklim değişiminin yegane nedeni olup olmadığı bir tartışma konusudur. Bu konuda değişik iddialar ortaya atılmıştır. Bazı bilim adamları yaşanan anormal hava olaylarının gezegenin kendi doğal iklim döngülerinin bir sonucu olduğunu savunmuştu. Bir başka grup bilim insanı ise iklim değişiminin güneşteki patlamalar neticesi dünyaya daha çok ışınım gönderdiğini bunun da dünyanın yüzey ısısını ve dolayısıyla iklimini ısıttığını söylemişlerdir. Bir grup bilim insanı da yaşanan ısınmanın karbon kaynaklı olmayabileceğini bu konuda farklı etkilenin bu durumda yol açmış olabileceğini belirtmişlerdir.(*) Tüm bu tezlerin ana kaynağı iki olguya dayanmakta. Birincisi iklimsel olarak gezegenin dönemsel olarak ısınması soğuması diğeri de iklim sisteminin çok yönlü ve karmaşık bir yapıya sahip olması.
(*)Freund, Martin, otomobilin ekolojisi S.49-50 Ancak IPCC tarafından yayınlanan son raporda bu konuda kesin ifadeler kullanılarak küresel ısınmanın İnsan kaynaklı olduğu konusunda süregelen tartışmalara son noktayı da koymuş oldu. Ancak İngiltere’nin en saygın gazetelerinden İndependent’da yayınlanan haberler Petrol şirketlerinin iklim değişiminin insan kaynaklı olmadığının iddia etmesi için rüşvet teklif ettiği belirtiliyor.Yine bir başka saygın gazetede yayınlanan bir haberde ise İklim Değişimin insan kaynaklı olduğunu ifade den bilim adamlarının bu iddialarından vazgeçmeleri ya da bu bilgiyi kamuoyu ile paylaşmamaları için tehdit edildiği belirtilmekte.
::: SÜRECEK ::
Dilaver DEMİRAĞ'ın Yazılarına Ulaşmak İçin TIKLAYINIZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder