17.07.2008

Çağdaş uygarlık yıkılmanın eşiğinde mi?

20.06.2008 Cumhuriyet / Bilim Teknik

Kimse yaşadığımız uygarlığın bir gün gelip çökebileceğine inanmak istemiyor. Ancak tarihte gelmiş geçmiş uygarlıklar, kurulma ve gelişme evrelerinden sonra yıkılmış.

Kimse yaşadığımız uygarlığın bir gün gelip çökebileceğine inanmak istemiyor. Ancak tarihte gelmiş geçmiş uygarlıklar, kurulma ve gelişme evrelerinden sonra yıkılmış. Bu durumda çağdaş uygarlığın bu kuralın dışında kalma şansı nedir? Bilim insanlarına göre toplumlar ne kadar kompleks ise yıkılma olasılığı o kadar artar. Böyle bir toplumda bir noktada başlayan kırılma, domino etkisiyle tüm toplumu çöküşe sürükleyebilir.

Bir salgın, devasa bir yıkıma yol açarsa ne olur? Çok sayıda insan ölürse ve küresel dengeler altüst olursa ne olur? Tekrar eski düzene geri dönme şansımız ne kadardır? “Her şey nüfusun ne kadar azaldığına bağlıdır” diye konuşan Osterholm, “Olasılıklar hafif bir ekonomik sarsıntıdan, uygarlığın çöküşüne kadar uzanır” diyor.

Yıllardır salgın hastalıkların kapımıza dayandığı yönünde uyarılıyoruz. Bu, kuş gribi, ebola veya başka bir hastalık olabilir. Bunun sonucunda çok sayıda insan ölebilir ve dünya üzerinde çok az insan sağ kalabilir. Bazı demograflar dünyamızın üzerinde daha az insanın kalmasının modern bir toplumun yeniden kurulmasını kolaylaştıracak bir gelişme olarak değerlendiriyor. Bazıları ise ebola veya çiçek hastalığı gibi yıkıcı bir salgından sonra dünyamızın bir daha normale dönemeyeceğini ve uygarlığın sona ereceğini ileri sürüyor. Acaba bu ikinci grup abartıyor olabilir mi?

İnsanlar halihazırdaki düzenin devam edeceğine inanmak istiyor. Uygarlığın yakında çökebileceği yolundaki söylemler, kıyametin yakında kopacağını söyleyen “ahir zaman peygamberlerinin” insanları tedirgin eden vaazlarına benzetiliyor.

Kaldı ki son birkaç yüzyıldır insanlık salgın hastalıklar, savaşlar ve kıtlıklar gibi çok sayıda felaketle baş edebildi ve küresel bir çöküntü yaşamadı. Dolayısıyla bu tür uyarıları sürekli olarak gündemde tutanlar “felaket tellalları” olarak damgalanıyor.

‘UYGARLIK ÇÖKMEZ’ YANILGISI

Yaygın görüşe göre toplumumuzun teknolojik ve sosyolojik açıdan eriştiği düzeyde artık çöküş söz konusu olamaz. 2005 yılında “Collapse-Çöküş”isimli bir kitap yazan Kaliforniya Üniversitesi’nden biyolog ve coğrafyacı Jared Diamond bu konudaki görüşlerini şöyle dile getiriyor: “Toplumlarda çöküşün imkânsız olduğu fikri, bilinçaltımıza ve günlük konuşmalarımıza o denli işlemiştir ki, artık bu nesnel bir gerçeklik olarak algılanmaya başladı.”

Oysa sayıları giderek artan bilim insanları, toplumun her türlü felaketten muaf olduğunu düşünmedikleri gibi, tam tersi giderek daha kırılgan bir nitelik kazandığına inanıyor. Ciddi bir salgın durumunda, hastalık yalnızca problemleri başlatan bir unsur olabilir.

Bu konuda öngörüde bulunmak zor çünkü bugüne dek kütlesel ölümlere yol açan bir salgının sosyal bir çöküşe yol açıp açmayacağı konusunda ciddi bir çalışma yapılmış değil.

TARİHTE YIKILAN UYGARLIKLAR

Daha önce dünyamız çok sayıda salgına maruz kaldı. Örneğin 1348 yılında Kara Ölüm Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin ölümüne yol açtı. Etkisi devasa olmakla birlikte Avrupa uygarlığı çökmedi. Oysa yaklaşık M.S.170 yılında, Roma İmparatorluğu aynı sayıda ölümlere neden olan bir başka felakete maruz kaldı ve büyük bir hızla çöktü. Bu iki uygarlığın farkı neydi? Bilim adamları bu soruyu tek bir sözcükle yanıtlıyor: Kompleks yapı.

14.yüzyılda Avrupa’da feodal bir hiyerarşi hakimdi ve halkın %80’inden fazlası köylü çiftçilerdi. Böylece her ölüm hem bir gıda üreticisinin hem de tüketicisinin ortadan kalkması anlamına geliyordu. Bunun net etkisi yoka yakındı. Massachusetts Cambridge’deki New England Kompleks Sistemler Enstitüsü’nden Yaner Bar-Yam, feodal hiyerarşilerde kimsenin yeri doldurulamayacak kadar önemli olmadığına dikkat çekerek, “Kral bile ölse yaşam devam eder” diyor.

Roma İmparatorluğu da bir hiyerarşi idi, ancak çok önemli bir farkı vardı. Kentli nüfus çok kalabalıktı. Bu nüfus, vergiler, tarım ve asker için köylülere muhtaçtı. “Nüfusun azalması tarımı etkiledi. Bu da imparatorluğun askeri yatırımlara kaynak ayıramamasına yol açtı. Sonuçta imparatorluk istila ettiği toprakları koruyamadı” diye konuşan Utah Üniversitesi’nden antropolog ve tarihçi Joseph Tainter, “İstilacılar bunun sonucunda köylülerin elinde avucunda ne var ne yoksa el koydular ve bu da tarımı baltaladı” diyor.

Tainter’a göre çok sayıda ölümlere yol açan bir salgın, bugün benzer sonuçlara zemin hazırlayabilir: “Daha az sayıda tüketici, ekonominin daralması demektir. Bu da iş alanlarının azalmasına yol açar. Bu da tüketici sayısının daha da düşmesine neden olur. Kilit konumdaki sanayilerdeki personel sayısının azalması, bu sanayileri de çökme noktasına getirir.”

BİREYLER ÖNEMLİDİR

Bar-Yam’a göre kilit noktadaki kişilerin kaybı çok büyük fark yaratır. “Kompleks sistemlerde bireylerin rastgele bir şekilde kaybı çok tehlikeli sonuçlar doğurur” diye konuşan Bar-Yam, “Son yıllarda yürüttüğümüz kompleks sistem araştırmalarında elde ettiğimiz en anlamlı sonuç, sistemlerin kompleks bir niteliğe bürünmesi durumunda bireyin öneminin artmasıdır” diyor.

Özellikle bu sistemlerde “bağlantı merkezi” durumundaki insanlar daha da önem kazanır. Kamyon sürücüleri buna en güzel örnektir. İngiltere’de 2000 yılında grev nedeniyle petrol rafinerinden petrol sevkiyatı durunca motorlu taşıtların üçte biri yakıtsız kaldı. Bunun üzerine bazı tren ve otobüs seferleri aksadı, dükkânlarda yiyecek sıkıntısı başladı, hastaneler ancak acil vakalara bakabildi, tehlikeli atıklar biriktiği için çevre kirliliği rahatsız edici boyutlara ulaştı.

Edinburgh’daki Heriot-Watt Üniversitesi’nden Alan McKinnon’un yürüttüğü bir çalışmada, İngiltere’de karayolu taşımacılığında bir haftalık bir duraklamanın devasa boyutta ekonomik kayıplara ve yaşam koşullarında geri dönüşü olmayan bozulmalara yol açacağı öngörülüyor.

Çok sayıda kamyon sürücüsünün hastalandığı, öldüğü veya çalışamayacak kadar korkuya kapıldığı bir salgın toplumu nasıl etkiler? Salgın çok şiddetli olmasa bile çok sayıda insan hastalanan yakınlarına bakmak veya okullar kapalı olduğu için evde kalan çocuklarına göz kulak olmak için evde kalır. Karayolları taşımacılığında küçük bir aksama yaşamı felç edecek sonuçlar doğurabilir.

STOK BULUNDURMAK MASRAFLI

Bunun bir nedeni ihtiyaç anında sevkiyat yapmaktır. Son 20-30 yıldır kömürden aspirine, çeşitli malları kullananlar veya satanlar, çok pahalı olduğu için ellerinde çok az miktarda mal bulundururlar. Bunun yerine az miktarda sevkiyatla idare ederler.

Kentlerde tipik olarak üç günlük yiyecek stoğu bulunur. ABD’de bir salgına karşı hazırlıklı olmak için halkın üç haftalık yiyecek ve su stoğu yapması öneriliyor. Bazı planlamacılar insanların ellerinin altında en az 10 haftalık yiyecek bulundurmasının daha doğru olacağını ileri sürüyor. Ancak dükkânlar yağmalanıp, elinizdeki sular bittiği zaman stoklar ne kadar dayanabilir? Herkes bunu yapmaya gönüllü olsa bile bazı insanların yeterli miktarda yiyecek stoklamaya maddi gücü yetmeyebilir.

Hastanelerde günlük ilaç ihtiyacı günlük sevkiyatlar ile karşılanır. Minnesota Üniversitesi’nden halk sağlığı uzmanı Michael Osterholm, bir salgın için hastanelerin çok kapsamlı bir hazırlık yapması gerektiğine inanıyor: “En önemlisi oksijen talebini karşılayacak yeterli stoğun bulunmasıdır. Bugün hiçbir hastanede iki günlükten fazla oksijen stoğu yoktur. Aynı derecede önemli olan bin başka unsur da suların arındırılması için gerekli olan klordur.”

SALGIN MODELLERİ

Bazı salgın modelleri, işine gelemeyen personel sayısının, salgının en üst noktada olduğu dönemlerde tüm çalışanların yarısına eşit olabileceğini öngörüyor. Modern toplumların kritik altyapısına mal tedarik eden şirketlerin tümü –enerji, nakliye, gıda, su ve telekom- çalışanlarının işe gelememesi yüzünden çok vahim sorunlar yaşayabilir. Oysa bir salgın durumunda virüsten korunmanın en güvenilir yolu evden dışarı adım atmamaktır. Ancak herkes bunu yaparsa –veya kriz başlar başlamaz insanlar evlerinde yiyecek ve su stoklarsa- küçük bir salgın domino etkisiyle tüm toplumu etkisi altına alır.

Salgınlara karşı alınacak önlemleri planlayanların, çoğunlukla modern toplumların birbiriyle sıkıca bağlantılı oldukları gerçeğini göz ardı ettikleri görülüyor. Bu da en ufak bir sallantının çok sayıda sektörü ciddi ölçüde sarsacağı anlamına geliyor.

ELEKTRİK KESİNTİLERİNİN VAHİM SONUÇLARI

Elektriğin kesildiğini varsayalım. İşte bu sektör, toplumları yüzyıllarca geriye götürme potansiyeline sahiptir. Rafineriler yalnızca kamyonlara değil, elektrik jeneratörlerine kömür taşıyan trenlere de yakıt verir. Kömür ile çalışan enerji santralleri İngiltere’de elektriğin %30’unu, ABD’de %50’sini ve Avustralya’da %85’ini tedarik eder.

Kömür madenleri elektrik ile çalışır. Boru hatlarından petrolü ve şebekeden suyu pompalamak için elektrik gerekir. Elektrik üretmek için kömüre ihtiyaç vardır; kömür çıkartmak elektriğe bağlıdır; bütün bu faaliyetler rafinerilere gereksinim duyar; insanların en büyük ihtiyaçları ulaşım, gıda ve temiz sudur. Bu sistemin bir parçası arızalanırsa, tüm sistem çökebilir. Hidro elektrik ve nükleer enerji santralleri enerji kısıntılarından bu kadar etkilenmez, ama eğitimli personele ihtiyaç duyarlar.

Elektrik olmadığı zaman dükkânlar yiyecekleri soğukta muhafaza edemez; kasaları bile işlemez. Tüketiciler ellerindeki yiyecekleri pişiremezler. Klorlanmamış şebeke suyu, sudan geçen hastalıklara yol açar ve elektrik olmadığı için suların kaynatılması da mümkün olmaz. Radyo ve TV yayınları susar; telefon sistemleri ve internet enerji yokluğundan çalışamaz. Bu da doğal olarak küresel finans sisteminin altını oyar. Bu koşullarda sistemi yeniden ayaklandırmak ve yürür hale getirmek giderek daha komplike bir hale gelir.

SALGININ İLK GÜNLERİ ÖNEMLİ

Salgının ilk birkaç haftasında mücadelede başarılı olsanız bile, yetersiz bakım ve mal stoğu uzun vadeli sorunlara zemin hazırlar ve bu sorunlar yavaş yavaş sistemin altını oyar.

Salgın iyice yayıldığı zaman bazı ülkeler sınırlarını kapatmak gibi tedbirlere başvurur. Ancak karantina artık bir seçenek olmaktan çıkmıştır. “İçinde bulunduğumuz günlerde hiçbir ülke kendi kendine yeterli değildir” diye konuşan Osterholm, “Bir hükümetin yapacağı en büyük hata, kendilerini diğer ülkelerden yalıtmaktır. Örneğin çok önemli bir liman olmasına karşın Singapur salgın durumunda limanlarını kapatmayı en son çare olarak düşünüyor” diyor.

Osterholm’un bir diğer kaygısı da tıbbı malzemelerin sevkiyatında yaşanacak darboğazlar. Örneğin ABD’nin tıbbi cihazlarının %85’i dışarıda üretiliyor. Bir diğer sorun da ambalajlamada yaşanabilir. Süt endüstrisini ele alalım. İnekleri sağabilecek eleman bulunduğu, kamyonları yürütecek yakıt olduğu ve buzdolaplarını çalıştıracak enerji olduğu takdirde sütler mandıralara gönderilebilir. Ancak süt kartonu üreten fabrikalar çalışamaz durumda ise sütlerin ziyan olması işten bile değildir.

TEDARİK ZİNCİRİNİN ÖNEMİ

“Salgın hastalıklara karşı alınacak önlemler paketini hazırlayan yetkililer tedarik zinciri konusunu nedense önemsemezler” diye konuşan Osterholm, “Tedarik zinciri ince ve uzundur. Bu nedenle kolayca kopabilir” diyor. Toronto 2003 yılında SARS ile sarsıldığı zaman ameliyat maskesi üreticileri ellerinde bulunan tüm ürünleri sevk ettiler. Eğer salgın tehlikesi biraz daha uzasaydı ellerinde hiç maske kalmayacaktı.

Tedarik zincirinin uzun süre dayanması için ölçek ekonomisinden ve ucuz emekten yararlanmanın yolları aranır. Büyük fabrikalar küçüklere göre daha ucuza mal üretirler ve emeğin daha ucuz olduğu ülkelerde üretim maliyetleri iyice düşer.

FELAKET SENARYOLARI

Felaket planlamacıları genellikle tek bir noktada çıkan bölgesel olaylara odaklanırlar. Bunlar sanayi kazaları, tayfunlar ve nükleer saldırılardır. Ancak salgın hemen hemen her yerde aynı anda başladığı için bu planlar bir işe yaramaz.

Planlamada ilk aşamada bir salgının ne kadar ciddi olduğu konusunda tahminlerde bulunulur. Pek çok ulusal plan 1957 ve 1968 yıllarındaki orta şiddetteki salgınlara dayandırılarak yapılır. Oysa 1918’deki salgın çok daha vahim sonuçlara yol açmıştı ve yeni bir salgında ölenlerin sayısının bunun üzerinde olması çok büyük bir olasılıktır. 2006 yılında Sydney’deki Lowry Uluslararası Politika Enstitüsü’nde ekonomist Warwick McKibbin’in 1918’deki ölüm oranlarına dayanarak yaptığı bir model, yeni bir salgının dünyada 142 milyon insanın ölümüne yol açacağını öngörüyor. Bu da küresel GSMH’nın %12.6’ının yok olması anlamına gelir.

Bütün bu senaryolar hastalananların %3’ünün ölmesi varsayımına dayanır. Bugüne dek H5N1 kuş gribine yakalananların %63’ünün öldüğü tespit edildi. Kuş gribinin tüm dünyada salgın haline gelmesi durumunda ölecek kişilerin miktarı korkutucu boyutlara ulaşabilir.

Bütün bu senaryoların sonunda sorulması gereken nihai soru şu olmalıdır: Bir salgın, devasa bir yıkıma yol açarsa ne olur? Çok sayıda insan ölürse ve küresel dengeler altüst olursa ne olur? Tekrar eski düzene geri dönme şansımız ne kadardır? “Her şey nüfusun ne kadar azaldığına bağlıdır” diye konuşan Osterholm, “Olasılıklar hafif bir ekonomik sarsıntıdan, uygarlığın çöküşüne kadar uzanır” diyor.

Derleyen: Reyhan Oksay

Kaynaklar: New Scientist, 5 Nisan 2008

www.livescience.com/environment/end_oil_041214.html

www.armageddononline.org/end_of_civilization.php

fp.arizona.edu/mesassoc/Bulletin/Pres%20Addresses/voll.htm

www.sciencedaily.com/articles/e/end_of_civilization.htm

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...